2 Nisan 2012 Pazartesi

Sinemada neden bir İran olamıyoruz?

Ödüller alıyoruz doğru. Ama ödül aldığımız filmlerden keyif alabiliyor muyuz?

Holywood, batı avrupa sineması, kuzey avrupa sineması, doğu bloğu sineması, bollywood, uzakdoğu sineması, güney amerika sineması, iran sineması.. Diyip duruyorum. Sinemayı sevmedğim zamanlardan kalma ulan "İran'dan ne filmi çıkacak, altı üstü rejim aleyhtarı film yapan adamların ağzına bir parmak bal çalıyorlardır" diye bir önyargım vardı. Ama şimdi bu yargının çok uzağındayım. Durduğum yerden Rang-e khoda'yı (Allah'ın Rengi), Bacheha-Ye aseman'ı (Cennetin Çocukları), Ta'm e guilass'ı (Kiraz'ın Tadı) görünce sadece ilginç bir hikaye ile şiirsel ve dokunaklı bir anlatımın bile iyi bir film yapmak için yeterli olduğunu anlıyorum.



Son dönem ödül alan Türk filmlerinden (Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem, vb.) neredeyse hiç hazzetmediğim gerçeğiyle yüzleşiyorum. Kendi memleketimin hikayesi bana mı çok tekdüze geliyor diye bakıyorum, hayır, en başta zaten anlatılan kendi memleketimin hikayesi değil. Acaba İran kendi memleketimin hikayesini bana daha mı güzel anlatıyor da tekdüzelikten çıkıyor, bunu da bilemiyorum. Ama dünyada hala bir "Türk Sineması" mefhumunun olmaması/olamaması gerçeği canımı sıkıyor. Yanlış anlamayın milliyetçi gerekçelerle değil, sadece bu kadar çok anlatılacak hikayesi olan, ağlaması gülmesi ağaçta yaprak suda balık kadar çok olan bir toplumdan, takdir gören eserlerin bu kadar az çıkmasını içime sindiremediğimden.

Tamam Sinema'da bir İspanya olmaya çok uzağız ama İran olmaya da bu kadar uzak olmamalıyız diye düşünüyorum.



Bu düşüncelerin ekseninde izledim her İran filmi gibi Jodái-e Náder az Simin'i (Nadir ve Simin'in Ayrılığı). Uzun zamandır izlediğim en güzel filmlerden biriydi. Filmin konusunu anlatmak abesle iştigal olacaktır. İçindeki güzellikleri ve iç burkan detayları saymaksa sadece izlememiş bir insanın alacağı tadı azaltacaktır. Hak kavramını, haklılık ve haksızlık kavramlarının göreceliliğini agnostik bir dille yorumumuza bırakan (anlatan demiyorum) bu filmi izlemek inanın size çok şey kazandıracak. Belki kör gözüm parmağına sistem eleştirisi yapan yönetmetlere ve bunlara prim veren ergen sinemaseverlere de, bu işlerin kısıtlı imkanlar altında, baskı rejimlerinde bile, ne kadar hassas ve küçük dokunuşlarla ve hamasetten uzak bir şekilde yapılabileceğini görme fırsatı olur. Bu yıl neredeyse her film festivalinde en iyi yabancı film ödülünü alan bu filme hakettiği başarıyı veren akademi ve festivalleri tebrik ediyorum. Filmle ilgili ilginç bir ayrıntı filmde kapanış sahnesi hariç hiç soundtrack kullanılmaması.

Son olarak İran sinemasından en sevdiğim iki filmden iki güzel kupleyle sizleri başbaşa bırakıyorum:

İntihara meyilli bir kişiyi vazgeçirmek için ona Kiraz'ın Tadı'ndan bahsetmek nasıl bir nezakettir:

"Dört mevsime bakarsan, her mevsim meyve getirir. Yazın da meyve vardır, sonbahar da. Kış da değişik meyveler getirir bahar da. Hiç bir anne buzdolabını çocukları için bu kadar değişik meyveyle dolduramaz. Hiç bir anne çocukları için Allah'ın kulları için yaptığı kadar yapamaz. Bütün bunları geri mi çeviriyorsun? Hepsinden vazgeçmek mi istiyorsun? Kirazın tadından vaz mı geçeceksin?"


Allahın Rengi'nde kör bir çocuğun ağzından naz makamında dökülen şu ifadeleri hangi şiire koysak sırıtır:

"Öğretmenimiz diyor ki, Allah görmedikleri için körleri sever. Ona dedim ki, eğer öyle olsaydı, bizi kör yapmazdı ki onu görebilelim. Cevap verdi: Allah görünmezdir. O heryerdedir. Onu hissedebilirsin. Onu parmak uçlarından görebilirsin. Artık Allah'a dokununcaya kadar ellerimin değebildiği her yere ulaşmaya çalışacağım. Onu bulunca da herşeyi söyleyeğim ona, yüreğimin en derinindekileri bile söyleyeceğim..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder